Doğuş’tan Aslı’ya

Yarım kalmış bir hayat, pişmanlıklar, güzel anılar….

Benim için çok değerli, çok farklı bir insanı hayatımdan fiilen silmek zorunda bırakıldığım şu günlerde yazmanın içimi boşaltmak için en iyi yol olduğunu düşündüm.

Hep çok uzak gelen ölüm, sonsuzluk kavramlarının bu kadar yakın olduğunu fark etmek beni derinden sarstı. Ölümün çaresizliğinin o acı, çürümüş tadını h
astaneye ilk girdiğimde Mehmet Abinin ‘kötü Doğuş’cum kötü’ sözleriyle aldım. Doktor odadan çıkarken gördüğüm süt beyazı bir vücut, başında çırpınan doktorlar ve bir kalp ritmi makinesinin acı acı yavaşlayan sesi bana her şeyi anlatmaya yetti. İnsanların çaresizliği bana hiç olmadığı kadar normal ve anlamlı gelmişti. Odanın önüne oturdum ve zihin gücüyle Aslı’ya destek olmaya çalıştım taki; doktorun oksijeni kestiğini duyana kadar. İşte o an ölümün o kutsal dayanılmaz gücünü vücudumda hissettim ve önce titremeye başladım sanki boğazımda bir şey takılmış ve hep orada kalacakmış gibi nefes alamamaya başladım, sinir kriziydi galiba. Kim olduğunu hatırlayamadığım iki kişi beni dışarı çıkarttı. Ayrılmak istemiyordum odanın başından sanki gücüm yetecekmiş gibi ölümün karşısında.
Kendime geldiğimde soğuk bir kapalı parkta yerde oturuyordum. Daha sonra taksiye binmek için dışarı çıktığımda artık büyümüştüm. Hayat artık daha anlamsız, boş ve kısa geldiğinden acı acı güldüm halimize, endişelerimize.
Ertesi sabah, Aslı’nın odasındaydım. Daha önce de gelmiştim ama hiç bu kadar ayrıntılı inceleme fırsatım olmamıştı. İnanılmaz bir düzen, simetri ve temizlik. Nice yıllara yazan kartpostallar bile büyükten küçüğe sıralı, her ne kadar dilekler kabul olmamış bile olsa. Masanın üstünde takvimi ve pazartesi için dişçiden alınmış randevu hatırlatması, odada ölüm sessizliği. Bütün gün Aslı’sız olan Aslı’nın odasında öylece oturdum. Ece geldiğinde direk anladım öğrendiğini, onunda yüzünde vardı çaresizlik. Ablam ölmedi dedi bize o da inanmak istiyordu kendisine, ‘ablam bana göz kırptı, ölmedi o biliyorum’ dedi artık olmadığını bile bile. Aslında haklıydı ablası ölmemişti, yetenekleri sınırlı olan bedenden ayrılmış sonsuzluğa ulaşmıştı, ölümsüzdü artık.
Ayrılık günü geldiğinde, gökyüzünün göz yaşlarıyla geldim kendime. Al bayraklı tabutu taşıyan arabanın gelmesiyle bende katıldım gökyüzüne yağmur yağdırmaya dünyaya. Aslı’nın göğüs resimlerini dağıttıkça ürkütücü biçimde güçlenen yağmur veda vakti geldiğinde kara dönüştü. Kar yağıyordu Aslı’nın çok sevdiği, uğrunda can verdiği kardı, bu kar o kardı, yalnız bırakmadı Aslı’yı son yolculuğunda, vefa borcu hatırına. Kar eşliğinde tabuttan çıkan çarşafa sarılı melek yavaşça yerine kondu, üstü kapandı ve örttü üstünü kara toprak sevenlerinin kürek sallamasıyla. Ben de üstüne yavaşça bıraktım toprak, onu incitmekten korkarcasına. En son yapmak istediğim şeydi Aslımın üstüne toprak atmak ama ölümün gücü bana bunu da yaptırdı. Sonra Ece istedi ablasının yeni yatağını görmeyi. Götürdüm sessizce baktı, ağlamadı ölümün gücünün karşısında küçücük haliyle dimdik ayaktaydı.

Doğuş Koker
13 Ocak 2012